29 Aralık 2010 Çarşamba

ALBİNONUN DÜŞLERİ


Albino ne zamandır burdaydı bilen yok . Ona kısa görünen zaman ,akıl çizgisiyle İspanyolca alıntılar arasında kurduğu köprünün doğallığıydı . Ciddi ciddi karayazı denilen bu yerde ,bu köprünün hemen başında çeşitli tuzakların ,korunakların hatta sıcak denebilecek bir tehlikenin çan bekçiliği işini yapmak düşmüştü kendisine .Ne kadardır burdayım düşüncesinin bizzat kendisi bile yetinmek için yeterli olabiliyordu .Düşüncelerin hırslarla çoşkulu bir çağındayız dostum ;çıplak bir beden görüldüğünde ;çıplak bir ruh belirdiğinde ya da anlayacağın dilden yazayım, binbir düşte stoacıların her türlü çileyi reva gördüğü bir zamandayız .Saf olan herşeye saldırı yapılması, düş kırıklığından ya da hayal imgesinden sıyrılmaktan öte karşılığının asla ödenemeyeceği yetemeyeceği düşüncesiyle duyulan korkulardan ibaret bir zamandayız dostum .Çocuksu düş kırıklıkları sokağına girilmez tabelelarına inat girilmiş olmasının; yasak ve güveni sarsıcılık yaratan o fırtınayı , o rüzgarları ve o rüzgarların güllerini ,yağmurları ve toz olma isteği ile yok olmak orda kaybolmak hazzına ulaşmasıdır .
Şiddetin eylemsizlikle verilmesi doz doz sistemimizin adı .Sezgisel bir yer içimde bunun adını koyuyor ben de anında unutuyorum .Her teslimiyet duygusu birşey emanet ediyor aklımıza, üstümüze, başımıza . Albino nasıl bir teslimiyet bu senden istenen ya da senin istediğin . İkisinin farkı var mı sanıyorsun dostum. Denge ise hayat ağırlıklarının iki uçta kalması . İster yürürüz sonuna ister yürümeyiz .Güvensiz sınırlar içinde ruhun tatlı şarkısı tutunacak tek bir yer parçası ararken yıllardır, kendine söyle şimdi Albino adını koyduklarını .Boşver beni boşver anlaman gerekmez .Yorgun konuşmalardan geliyorum artık , aslında hiç olmamış kırıklıklardan , oluyormuş gibi yapan bir hayat aralığından geliyorum artık bir aynadan yansıyan . Kaçın kaçın dikkat ayna kırıkları .Bu konuda da, her konuda olduğu gibi klişeler tuzağına düşeriz dostum. Eylemsizliğinin her an etimi nasıl bir bıçakla kanırttığını, bu çağın Albino sana yeri dolmayacak mısralar bıraktığı hatırla . Aynı dilden seslenememek birine başka diller konuşmayı hiç unutma . Albino dostum; sen denen şeyin, içine hiç bakmadığın bir gözün içinde, bu şehirde bir yerde olduğunu hiç ama hiç unutma .

21 Aralık 2010 Salı

KUYU

Elleri çiçekli çocuklardık kumtepelerine koşan
Birimiz karanlıkta ışığa inanan
Birimiz karanlıktan korkan

Birbirimizin içinde yaşardık .

Akşamlar bir durgun zaman baskınıydı
Bir turna geçiyor türküleriyle uykunda
Gözlerin sırat köprüsü ve haşin
Hep tebessüm asılı kalıyor havada .

Birbirimizin içinden doğmak türkümüzün adı

Yalnızlığı oyduk sarılarak her kalabalık yalnızlık sana
Sofrada bir fosforlu çocuk
Kaldırmaz hiçbir usta yitik bir çağı
Babil kuyusuna inip
Yokken biz hayatın damarından kesip kanından içtik

Öyle durma orda kimliksiz ve serin
Bir yanımsın henüz bilmediğim /n.

19 Aralık 2010 Pazar

Altın Oran 1.618.......




Evren insana keşif tutkusu verdiğin bu yana dek bulunan gizemli sayıdır bu oransal sayı . Sanatın ,mimarinin ifade ettiğimiz her türlü güzelliğin içinde zaten doğası gereği varolan bu oran ,keşfedilmesiyle insanlığın büyülenmesine neden olmuştur.Nasıl oluyordu da böylesine bir oran her türlü estetik dengenin içinde kendiliğinden varoluyordu ? Bu insan aklı açısında aslında büyük bir farkedişten ibarettir .Aslında tüm keşifler de fark etmek anlamı taşıyor . Biz farkettiğimizde bulmuş oluyoruz ,bilim ise farkedileni ispatla ortaya koymaktan sınamaktan ibaret değil mi zaten . Sanat tüm varlığını farketmek ve farkettirmeye adamış . Altın oran ,sanatın en değerli hazinelerin olup insanın bilmeden bile yakaladığı bir estetik denge oranıdır . İşte asıl heyecan veren ise bunu bulmak yani tesadüf bilincini ortadan kaldırıp matematiğin bir mutlakiyet ortaya koyduğu bu sihirli sayının gizemli varlığını kavramakta yatıyor .


Eski Mısır ,Yunanlılar ve Rönesans sanatçıları tarafından kullanılmış olup eserlere yansımış olan bu sonsuz sayı hayatın en gizli şifresi olmaya devam ediyor . Örümcek ağını daima logaritmik sarmal şeklinde örer . Bu sarmalın örgüsü ve hasaplanması bugünkü çağdaş tasarımda policarbon sarmal tasarımların hayat bulmasında kullanılmaktadır .

İnsan bedeni bütününde ve uzuvların içerisinde de altın oranlar vardır .İnsanın iç kulağında yer alan salyangoz ses titreşimleri aktarma fonksiyonu görür içi sıvı dolu bu yapı altın oran formundadır .


Altın Oran sanatçılar için ,insanlık tarihinin en önemli keşiflerinden biridir . Mimari ,heykel ,resim ,müzik ve diğer sanat dallarında da estetiğin ölçüsü olarak yeralmıştır .Rönesansın ünlü ressam ve heykeltraşlarının vazgeçilmezi olan bu büyülü sayı en güzel örneklerini ;Leonardo Da Vinci 'nin' Mona Lisa ' ve' Aziz Jerome ' tablolarında , Raffaello nun 'İskemlede Oturn Meryem 'tablosunda ,Luini 'nin ' Meryemin Kucağında Uyuyan İsa 'tablosunda kendini gösterir .Mimar Sinanın pek çok eserinde de bu oran vardır .


Altın oranın müzikteki kullanımları kuşkuşuz en estetik biçimi varetmiştir .Beethoven in 5. senfonisinde ,Bartok un ,Debussy nin pek çok eserinde de bu oran kullanılmıştır . Güzelliğin sırrı olan bu oransal sayı insanlık güzel olanı aramaya devam ettiği sürece bir yerlerden mutlaka gözkırpmaya devam edecektir .

16 Aralık 2010 Perşembe

13 Aralık 2010 Pazartesi

(K)AYIP KİTAPLIK

bir şiirden uçup gelir yazı ... yol yorgunu sözcüklerin gölgelikleri kitaplar . söyleyin taşıdığınız anlamı ,tad akışı özgürlüğün ellerinde var oldunuz kayıp bilgiler hafızası .. ince kelimeler taşırsınız kimbilir bazı yerlerde masallara ,türkülere sözlere dönüp belki sizlerde hayretle baktınız .sözün o kayıp hafızası zaman atlasında kimbilir neler hatırladınız .. boş sözcükler kurdunuz yerlerine düşmeyen ,tuhaf betimlemeler belki okuyanı bir çarkta çeviren .şeytan uçurtmasıyla aynı yerden gelmediniz muhakkak ve sözcükler siz herzaman doğru bildiğinizi okudunuz ,ademoğlu yazdı .
birikmiş yıllarda bir çöl macerasıydınız susadınız .kelimeler bir kitabın sarı sayfalarından sızdınız ,cilt bezi kapaklarında dinlendiniz . siz ,kelimeler (k)ayıp bir zaman aralığından hatırladığınız kadar aktınız ...


Bazen sıçrayan fasulyenin davasıydınız ne adına ve ne zaman ?Siz kelimeler kimdiniz ?Öteki kimdi ?Bir merak gözlerinizden okunan belki hiç görülmeyecek bir davanın içindeki kendinizdiniz ..

12 Aralık 2010 Pazar

BAKIŞ

Ve biz yürümeye başladık ..Yürümek bizi seçmişse günden geceye geceden güne.Her adımda kayboluş ve sonsuz yürüyüş provası .
Yer,yol ,yön yoktu.
İlk baş kaldırışlar benim için buna .Harita ,pusula ve sen de kalanlara .Geri dönüşsüz dağları ,kar yolları ,gökkuşağıve yıldız haritaları ile bir başına yürümek zordur ,her zaman .

Duyuş ;
Bir bütün kelime zamanın ipleri elinde olan .Beyaz mantolu bir bekleyen var ki sözedilmemiş durakta.
Yürümek ya da çıkagelmek ;yola düşmek .Kırmızı papuçlardan bu yana nasıl olur ki bir başka zamana yürümek .Tiz yankılar eşliğinde hatırladığım bir yürüyüş fotoğrafı siyah beyaz da olsa ..

Necatigil 'in dizeleri aklımda :

'Uyurgezer o yolu iki başına yürüdü ,
Biri ay boşluk ve düştü ,öbürü
Susanlara hiçbir şey sormayınız '

Konuşulmaz yürüyüş susar .. Konuşmaz ..
Diyorum kim ;görüyorum dümdüz yolda yürürken hep iki başıma yürüyorum ..Yol yoldaşsız olmaz ,yol candaşsız olmaz , yol ki kelamdır ,harftir ,hecedir ,sestir ..
Kelimeler bilirler ki yol yazmadan olmaz .. Orda bir yerde Rilke nin büyük gecesi var belki .Kalabalıklar için yaratılmamış gece ..İyice düşünmelisin .Bakmak ,ama kime ..

21 Kasım 2010 Pazar

ŞAFAK


Başlangıçta karanlık vardı
Şairler de bunu görmeyi sürdürüyorlar ..



Gece siyah ,gece karanlığı yok eden silen ..Ne zaman gece yaratıldı karanlık o gün aydınlık oldu ..

Şafağı taşır o, kara tahtasında bize yazmayı öğretti .En mahrem en güzel yolculuktur gece ..Tarihi de yoktur zamansız ve kayıtsızdır .O sebebten birbirine bağı da yoktur .Dipsiz bir gözdür ışığın ucunu tutanların gördüğü .

Geceye gece gibi gelmenin alemi yoktur ,bilmek başlamıştır karanlık varlıkta yok olmuştur..

Bilmek varmaktır ,varmak ise bilmek ...

Yahut dedi ses ;

Aydınlandık gün olduk varsay öylesini .Zamansız bir yerlerden sana bir şarkı söyledik .İşittin .Kamçıydı gözlerin gösterdik .Tüm mecazlar anlam kazanmıştı ,boşbedeni bıraktığımızda güneş ve havanın mührü tenine vurulduğunda .

Ya sonra dedi ses ;

Gece kendini bildiğinde gece midir içinde bile .Gün batımı ile alaca karanlıktan kesme umudunu .Gölgenin adı sen de, resmi sen de .Her saatin bir işlevi olduğu gibi bir noktada kararsızdım ;ya yeni bir pazar açılacak ya da seni dirhem dirhem satacağım sattığın gibi beni ...
Menüngüç tohumu gibi savuracağım yerlebir ,karanlıkla bir ..

O gün dedi ses ;

İşte o gün dedim kalabalığın arasında bir yas sözcüğü dolaşır oldu ve duydular o öldü .Ölümün bir armağan olduğu düşüncesi tarifsiz bir sevinç veriyordu içime .Gördüğüm ilk taşta ağırırken güneş oraya ilk kez geldiğini öğrendiğim bir mucize olmuştu .Hiç kuşkusuz karanlığı yaşamaya zorlayacak kadar sevmiş olmamdı bu .Bir duruma ,bir olguya uzaklaşırken sevmeyi nasışl öğrettimse kendime ...
O sabah 11.saate doğru hala karanlık gökyüzü dipsiz bir kuyuyu zorluyorken ben de onu hiç durmadan sarsıyordum .O eski şarkıdan aklımda kalanlar ise eski kelimeler..
Ancak bazı ölümler farklıdır ,bazı insanlar yalnız ölür . Onun ki tarifi yoktur .Duyumlar ise aynıdır herzaman herkes duyar .

Ölümü doğuma çeviren tek bir şey vardır dedi ses .
Biliyorum biliyorum ...

14 Kasım 2010 Pazar

Sarhoş Olun / Charles Baudelaire

Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu.Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.Ama neyle?Şarapla,şiirleya da erdemle,nasıl isterseniz.Ama sarhoş olun.Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun; “Saat kaç?” deyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.” Baudelaire Paris Sıkıntısı

10 Ağustos 2010 Salı

Söylev

Bizim ağzımızdan çıkmasın,ejder tohumu eken söz.
Hava bunaltıcı, doğru, ışık ise
bayat ve buruk bir köpük,
ve bataklığın üzerinde kara bir sivrisinek ordusu.
Baldıran, sever çanaklanmayı.
Bir kedi postu yayılmış,
yılan tıslamakta üstünde,
akrep ise dansına başlamış.
Kulağımıza ulaşmasın yabancı bir suçun söylentisi,
birikintinin kaynadığı bataklıkta,
sen, ey söz, boğulmasın.
Ey söz, ol yanımızda,
sevecen bir sabırla ve sabırsızlıkla.
Sonu gelmeli bütün bu ekilenlerin!
Hayvan seslerini taklit edenlerin,
hayvanın üstesinden gelemez.
Bütün aşkları yitirmiş olur,
yatağının sırlarını açan.
Sözün piçi, bir budalayı kurban etmek
için mizaha hizmet eder.
Kim istiyor senden,
bu yabancı için bir yargıya varmanı?
Ve istenmeden yaparsan eğer bunu,
o zaman her gece.
ayaklarında onun yaralarıyla dolaş, git!
bir daha gelme.
Ey söz, bizden ol,özgür,
açık ve güzel.
Elbet bir sonu gelmeli hesapçılığın.

(Yengeç geri çekiliyor,köstebek aşırı uzun uyuyor,yumuşak su, taşları gerenkireci çözüyor.)
Gel, sesten ve soluktan oluşa nimet
,güçlü kıl bu ağzı,
zayıflığı bizi korkuttuğunda
ve engellediğinde.
Gel ve sakın yenilme,
biz bunca kötülükle savaşırken.
Ejder kanının münafığı korumasındansa,
bu el kendini ateşe tutar.
Gel, sözüm, kurtar beni!
İngeborg BACHMANN/ 08.08.2010

Mimhece: Adem'in Kelimeleri

Mimhece: Adem'in Kelimeleri: "Bir elma, insan hayatını değiştirebilir mi? Adem'inkini değiştirdi. Bizler tüm bu değişimin çocukları olarak, her şeyin bir elma ile başlad..."
Kuru bir kök buldum içinde yeşilden eser yoktu
ve biliyordum orda benden ses yok yoktu..

8 Ağustos 2010 Pazar

Atinalı Timon ve Özlemi Gerçek Şölen



' Herkes sevgilisini öpmeye koşar gibi geçsin yerine. Hepiniz tıpatıp aynı şeyi giyeceksiniz.
Resmi bir ziyafetteymiş gibi yer seçmekle oyalanıp yemeği soğutmayın oturun, oturun! Ama tanrılara şükran borcumuzu ödeyelim önce. Ey yüce koruyucularımız bu topluluğumuzdaki yüreklere şükran duyguları serpin çünkü sizler bizlere verdiklerinizle yücelttiniz kendinizi, ama varımızı yoğunuzu da vermeyin, yoksa tanrılığınız yok hor görülür. herkese yetecek kadar verin ki, kimse kimseye muhtaç olmasın. Çünkü siz tanrılar, insanlardan borç istemek zorunda kalsanız gözlerinden düşersiniz. Yiyecekleri yemeği yedirenden daha çok sevdirin insanları. Yirmi kişilik bir toplantıda bir o kadar da alçak bulunsun her zaman. Bir sofraya oturan on iki kadının bir düzinesi o bildiğiniz soydan olsun! Ey tanrılar, ne kadar lanetiniz daha kaldıysa yağdırın Atina'nın senatörleri ve aşağılık çirkef sürüleri üstüne! içlerindeki çamurlara boğun onları! Buradaki dostlarıma gelince, hiçe saydığım için hepsini, hiçlik dilerim hepsine sizden, buyursunlar hiç yesinler!...'
(Tabaklar açılır, içlerinde sıcak su vardır yalnız.) (sf 113)
Shakespeare' nin Atina'lı Timon oyunun Atinada imparatorluğun soysuzluklarını,
insanları biçimlendirme çabalarını, aklın sınırlarıyla duyum ve sezgiyi dışlayan çağımızın tüketim toplumuna denk düşer yüzyıllardan bize seslenen bir çağrıdır adeta. Timon, Shakespeare in evrenselleşmiş sanatının perspektifinden bakıldığında sahnede çağına kafa tutuşuyla anlam bulmuştur bir karakterdir .Yozlaşan Atina halkının farkında olmayan Timon ve arkasından dönen yalanlar binlerce yıllık geleneksel insanlık ayinidir
Bunlar aslında Timona karşı sırdır bilinmemesi, gösterilmemesi gereken ikinci yüzlerdir.
Tüm bu ayin oyunu en can alıcı ve toplumun bunu en iyi oynadığı gösterişli şölen sofrasından yola çıkılarak anlatılmış Shakespeare in evrenselliği ile günümüz tüketim
toplumunda pek de değişmeyen yazgıyla insanı tekrar karşılamaktadır.
Oyunda yer alan sahtelikler ve iki yüzlülük yemek, tüketmek ve gösteriş halinde şaşalı şölen masalarıyla aslında Atina toplumunun yozluğu anlatılmakta bu kurulan düzenekte Timon karakteriyle insan geriliminin iki kutbu arasında estetik denge gösterilmektedir. Shakespeare o dönemin Atina' sını Timon'un ağzından yargılarken suratlarına çarpılan boş sıcak su dolu kaplarla dönemin tüm yozluğunu aşırı gerçeklikle ortaya sermektedir. Yüz yıllardan bize seslenen o ünlü tiradlar aslında aynı ayinin hala oynanmakta ve oynanmaya devam edeceğinin de evrensel sesinden başka bir şey olmadığını tekrar bize fısıldamaktadır.....

Dönemin şölen kültürünün toplumla ve bireyle kurduğu ilişkiler bütününe biraz değinmek yerinde olur sanırım...Romalılar kimi savaşlarda savaş mahkumları olan Akdenizli aşçılar sayesinde bu mutfağın zenginlikleri ve lezzetleriyle tanışmışlardır. Bu yemek davetleriyle şan, ün ve gösteriş katmışlar ve bunu bir itibar mekanizmasına dönüştürmüşlerdir. Sık sık
verilen soyluların evlerindeki şölen ve davetler aracılığıyla hem zenginliklerini ifade etmek hem de sergiledikleri gösterişle toplumsal bir itibar geliştirmişlerdir.

İmparatorluk döneminde bu şölenler,kutlamalar öylesine kalabalık topluluklara
yemek ve içki hizmeti sunmaktaymış ki günümüzde bile bu kültürün uzantıları hala bazı lüks restaurantlarda devam etmektedir.
Ünlü romalı Apicius un adı yemek kültürü ile anılmakta olmasına rağmen ,
sonunu hazırlayan verdiği görkemli bir ziyafettir. Sonrasında iflasa sürükleyerek intihar eden bir kişidir. Roma toplumunda gösterişin bu denli önemsenmesi tüketildikçe değer ve güç bulan insanlara karşı Timon insani değerlerin keşfiyle oyunda bizi ünlü replikleriyle günümüz dünyasının bir düşten değil bir oyundan ibaret olduğunu çoktan altını çiziyor. Çünkü oyunda tasvir edilen bu dolapların ve yalanların döndüğü topluma karşı insanlık gücüyle sınırlı mücadelesinin bir tablosuyla günümüz toplumuna yüzlerce yıllık selamını bir kez daha veriyor.
Aslında oyun Shekapeare'in çok da bilinmeyen bir oyunu olmasına rağmen kanımca günümüz tüketim toplumuna denk düşen konusu anlatım ve simgeleriyle üzerinde durulması gereken bir oyundur. Çünkü insanlık aslında her döneminde aynı çelişkiyi yaşamakta biçimler değişse de anlam aynı kalmaktadır. Sanatın gerçekleri olduğu gibi ortaya koyan ışık tutan ellerinin arasında Atina'lı Timon tüm zamanlara ait bir çığlıktır.......

Replikler bu çığlığı anlatsalar da asıl olan uyanmış insan duyuşu ve sezgisidir.
'' Dilerim görüp göreceğiniz en iyi ziyafet olsun bu !
Sizi gidi ağız dostları sizi!
Duman ve ılık su ;tam sizin şanınıza laik işte .
Timon un son yemeği budur size.
Yıkayıp temizliyor işte kendini Timon üzerine pul pul yapışan dalkavukluğunuzdan
savuruyor işte böyle suratınıza ............... (sf 114 )
Replikler Roma toplumunun mutfak düzeniyle adete ele alınışının ip uçlarını vermekte.
Varlıklı ailelerin hanelerinde, bulunan bu günkü benmari ye benzer yemeği sıcak tutmak amaçlı sıcak su kapları yer alırdı . Onlar sayesinde yemekler uzun süreli durulardı. Ve o günlerde kullanılan mutfak havalandırma sistemleri ocağın üzerinde açılan bir delikten ibaretti. Böylelikle mutfaklarda sık sık yangınlar ve dayanılmaz sıcaklıklar meydana gelirdi.
Timon nun dostlarına sunduğu işte onlara laik gördüğü bu dumanlar ve sıcak sulardı.
Onlarla yemeği paylaşmanın anlamsızlığı üstüne dikkat çekmektedir.

Roma mutfak kültürünün en önemli noktalarında biri özen ve dikkat isteyen pişirilmeleriydi. Timon dostlarını yanmış (simgesel olarak) bir mutfağın dumanı ve henüz pişmemiş bir yemeğin boşu boşuna sıcak tutulmaya çalışılmasının (sıcak su kaplarının )anlamsızlığını sunmakta son verdiği ziyafetiyle üzerinde düşünülmeye değer ..............!!
İnsanlık kültür tarihinde mutfak ve beslenmenin jeopolitiğinde oldukça
önemli bir yer tutan Roma yemek kültürü aslında son derece rafine,egzotik ve heyecan verici kendine özgü niteliklere sahiptir.
Ancak romanın yozlaşmış savurgan ve açgözlü toplum düzenin elinde kalmış bu rafine
tadlar tarihte toplum düzeniyle bireyi ilişkilendirirken ortaya çıkan bu tezatlık yazının başında söz ettiğim o iki zıt kutup yüzlerce yıl bir arada yaşamalarına rağmen tıpkı o lezzetleri tüketirken onu bir çıkar, bir gösteriş aracına dönüştürürken değerini kaybeden herşey gibi Timona acı vermektedir. Shakespeare 'in Romadaki şölen kültürünün merkezine oturttuğunun Timon un farkındalığıyla bilinç düzlemi toplumun en uc düzeyindeki yozluğuna karşı oldukça şiddet ve abartılı denecek kadar--
sonuçlar ortaya çıkarmıştır .Replik ve sahne bunun anlatımının tam yeri olduğu için bu zıtların bir aradalığı oyunun temel çatışmasını oluşturur;;Timon un çıkışı öylesine şiddetlidir ki, zaman zaman denetimsiz saldırganlığa dönüşür oyunda. Bu kişisel dönüşüm serüveninden çok Timon da en etkiletici taraf toplumun büyülü,abartılı güzelliğinin ve sunulan tüm lezzetli tadlarına rağmen bunların birer maske ve altında saklananlar oluşu gerçeğidir.
Timon'un gözü açıkken gördüğü bu gerçeklik rüyasından duyuş ve sezgileriyle çıktığı bu mücadelesinde kendi sonuna götüren seçimine karşı günümüz dünyasında bu denli romantik sonuçlardansa gerçek karakter niteliğiyle yuzlerce ,binlerce yıldır bu ayine katılmayanlar tarafında yer almasıdır.


Toplumun farkında olmayışının klişeler düzenlerinden kurtulup sanatın varedici dünyasına yani insana varışının katılınabilecek en görkemli şölen olabileceği özlemiyle Timon da Shakespeare ; bize açıkça seslendiği ,zamanın içinde geçerek gelen repliklerle şu özlemi sunar; Ancak sanatla varolabilecek gerçek tadlar için ,lezzetlerin , anlamla emekle ve değerle yeralabilmesinin kutlanışı gerçek bir şölendir şu dünyanın zamansız tarihinde ve şu insanlık ayininde........

31 Temmuz 2010 Cumartesi

BOŞ EV


Büyük olasılıkla müzik çalıyor evde ,
sakin bir köşe bulup konuşmayı başarabiliriz ...



Yolcu ruhlar için boş ev zihinlerinin, kalplerinin; derin dehlizlerinin , ucu bucağı olmayan çöllerinin , fırtınalı okyanuslarının , dokunulmaz dağlarının ,kayboldukları labirentlerinin ,usul usul yağan yağmurlarının hatta rüyaların ve tabii ki hayallerinin kendi müzikleriyle katılaştığı maddeleştiği bir dünya coğrafyasıdır .Geçirgendir havadan, sudan ,topraktan ve ateşten geçirgen ..Kendi ışıklarıyla dolaştıkları bir yerdir ..Kapıyı açan biri ,kendi kalp anahtarıyla kapıyı açan öteki bir adım içerideki an çarpışması ..
Boş ev ,aydınlık ...bizim gibi .Gölgesiyle ışığın sonsuz sevişmesi ,Suyun serbest bırakılışı bir rüyada kaynağına geri akışı ..Merdiven arkası ,kitaplık arkası işte işte tam burası rüyalarımızın odası .. Hayal dersin sen bilirim burası da tam orası ..Büyük pencereleri hayatımızın gözkapakları ..Bu kadar küçücük olacağımız aklıma (mıza)gelmezdi ..

Sabahları beni yıkayan o nehir işte o nehir .Sana rüyaları fısıldayan ışığı getirdim .Nehirle gözgöze o adını hatırladı ,ben de .
Bir mimar edası belki bir dans .(rüyanın neresinde vardı bu hatırlayamadım siliniyor hafıdan yaşanmak için bir zaman atlaması )
Ey sevgili bilmiyorsun ağaçlarımla geldiğini ve ben de bilmiyorum ..
Işığın yan düşüşü masamıza sanki bir hayal perdesine düşen hakikat .. işte işte orda duruyor aramızda .Zamanın izini süren iki kişi .. iki sevgili ..Farklılık ve aynı sebepten olan aynılık ..
Yaşamımızda önem kazanmaya başlar başlamaz sanatın lüks ve gösterişten soyunup usulca bir tür kaynağa yardıma koşan bir biçime ulaşması ..
Boş ev burası yakından bakılan bir yüz kadar gerçek ,Düşlerdeki görüntüler kadar ağır başlı .Bütün zamanların da orada şahit oldukları bir yeryüzü coğrafyası ..Çocukluğun isyankar gülüşü ,gençliğin adaletli coşkusu içine akan nehirler gibi kendi içine dökülüşü bir zaman harikası .. Söyle söyle ne kaybetmiştin (m)? İşte burda yanımda getirdim .. Sevgili gökyüzünü taşıyan bir çift kanat ,sevgili ise o bahçede salınan bezemesiz bir gül ağacı .Dileğini bağla bana yüzünü yüzüme ört . Bir rüyaya uyanıyoruz ...
Senelerden 2010 İstanbul ...

25 Temmuz 2010 Pazar

A LA POINTE ACéREé


Çıplak duruyor madenler,
kristaller,taştaki oyuklar.
Yazılmamış olan,
dil olarak sertleşmiş,
çıkarır gökyüzünü meydana.
(Yukarıya doğru reddedilmiş,
orta yerde,çapraz olarak,yatıyoruz biz de.
Eskiden önünde kapı olan sen,
masaki üstünde öldürülmüşte
beşir yıldızı vardı:
onun sahibi şimdi bir -okuyan- göz.)
Oraya giden yollar.
Ormanda bir saat fışkıran tekerlek izini izleyerek
.Top-lanmış ufak, yarık kayın kozalağı:
karaşın açıklık,
ona soru soran parmak düşünceleri ey-nereye?
Tekrarlanmayana doğru,
oraya doğru, her şeye doğru.
Fışkıran yollar oraya doğru.
Yürüyebilen bir şey bu,
selamsız sanki bir yürek olmuş,
geliyor buraya doğru.
Paul CELAN

5 Temmuz 2010 Pazartesi

PENCEREMDEN


Durmak da bir eylem ,varsayımlarda gizli yaratılan putların adı .İnsanoğluna bakınca yaptıkları tek putun altın olduğunu görmek utanç verici .Bir seçim varsa, farklı diyebileceğimiz hayali put yapmaktır onun da adı .. Semeresi zaman içinde olan ..Bu bir seçim daha doğrusu bir dünya duruşu neresinden bakarsan .. İnsan değerlilik kavramında bir obje varetmesi eğilimi ya da .. Bir yandan da objesiz olmaya aday bir duruş var kendi içinde tutarlılığı olan ..Nesnelerin dünyasından kaçıp derin bir dünyaya kucak açan .. Hakiki olan bir perdenin arkasından görünmeyen bir sahicilik duygusuyla ifade etmek de mümkün anlıyorum sahiden bu çok mümkün ve çok özel ..Ancak kalabalığın (kollektif )bilincinden toplu intiharlar şeklinde olan hissiyatından sıyrılmış bir ruh dengelerini ters yüz eden ..

Elele tutuşmadık mı karanlığa yürürken daha ne duruyorsun gördüklerini anlat pencerenden .


Hayali olmayanı yıkmak ,put yok evrenimizde biz varız . Biz sesiz ,sözüz ,gözüz,kan ve canız ..Bilmediğin dilden seslendiğinde aracısızdı sesim .Sesim ki perdesiz olan .Çıplak ses su gibidir ,yazı gibi ,kav gibi ..Bu görünmez dünyana saygım söyle şimdi rüya içimden geçmese görünür müydüm ...

Ayın kaçıncı günüydü yıllardan neydi bilimeyen meçhul bir günde düş sesiyle bana göründüğünde çıplaklığını ört kendinle daha da çıplak kalabilmen için demedim mi ..
O içimde dans eden ,zıplayan tek kürekle ve tek yürekle gelen alçakgönüllükle uykuya dalmak istemekle çok mu şey söyledim . Senin düşün nefes almalı uyuduğumda bir tek bunu söyleyemedim .O sonbaharımızın ,kışımızın günlerini kısaltmak için karanlığa ışık tutmadım mı ? Güverteye çıktım artık ,Homeros şiirleri gibi turuncu gökyüzü dilim dilim ayrılmış sözcük sözcük olmuştu artık .Okuyordum !
Ben ki tek yürek sahibi bir kadın ,Ruhumun bir yerlerde bırakılması üzerine herseferinde ruhuma koşan ben yüzyılların doğum müjdecisi gibi çocuk bir zamanda şimdiyle bir olmamla birlikte ,merakla denize değen dizlerinden dizelerini okumadım mı ?


Sevgilim merak beslemeli ve ben merak beslemeliyim sevgiliye .


Ne kendisi ,ne gölgesinde bir katre acı kalmamalı.Boş sayfalar belirmeli içimizde yeni bir kitap olan hayata saygıyla ... Düşlerden çıkıp gelen sevgiliye karanlıkları ışık olmuş sevgiliye ...

18 Mayıs 2010 Salı

KALEYDESKOP


Çiçekli masallar anlat bana .Kırılmış aynalardan geçen rüyalar .Göğe başımı kaldırıp gördüklerimden anlat içinde çiçekler olan .Sekizler bölündük ,altı köşelere döndük sallandıkça çoğaldık ,izlendik çiçeklere dönüştük ,bir rüyaya benzedik . Çiçekli masallar anlat ..Karanlığın çiçeklerini görebildiğimiz ...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Kamondo Merdiveni

İstanbul'un sarılmış iki sevgili anımsatan en güzel köşesi .19 yy 'da Kamondo ailesi tarafından çocuklarının okula gitmeleri için yaptırılmış ve 1.Galata'ya ailenin hediyesi olarak kalmış merdivendir .

KELEBEK KOLLEKSİYONU


Uyku tutmayınca sanki, bir duvar ustasının sabır dolu yaşamından ,bir koridorun taşlarını örmeye bakıyormuşum gibi geliyor.O koridorun duvarları ;minik ,dalgın, küçük hayallerini sanki maket kutularına özene bözene yerleştirircesine taşıyormuş gibi sakindir .En itinalı mutlu fırsatları düşünmeye çalışıyordum .Aklımda av köpekleriyle koşulan kralların avı ya da narin cam fanuslarla yakalanıp kanatlarında zaman taşıdığını düşündüğüm ipek kanatlı kelebeklerin nü tabloları gibi onların soyağacından bir dizi tablo.Belki suç bendeydi bir başkasına göre mutlu fırsatlar pek geçmiyordu elime.İçimi iyiden iyiye yaşlı hissetmeye başlamıştım ki ,bu koridordaki duvar resimleri ,kelebeklerin soyağacı ,dev posterler ve allı pullu kanaviçe örtüme bir yer bulma fikri içimde kıpırdıyordu. Bahçeye varana dek örülecek koridor duvarımda , hatıraların tanıkları rengarenk kanatlarıyla çevçeveden bir başka zamanda kanat çırpan anın bekçileri onlar . Dilllerini okumak ya da aynı dili konuşmak .. Geriye bıraktıkları hatıraları özenle ,sabırla dizmek şimdi koridorun duvarına ...Bir satır ,dargınlık, gülüş , küsüş , yağmur tanesi ve fırtına parçası onlar ... En gizli sırların sahibi ; o yüzden saklamaya gerek yok bişey fısıldamazlar ...Kendileri sessizlik oldular....

8 Mayıs 2010 Cumartesi

ELMA

Kulağa çalınan rivayetdendir ki;Alice bir gün harikalar diyarında dolaşırken bir elmacı dükkanının önünden geçer.Canı öylesine elma istemiştir ki ,oradan hayli uzaklaşmış olmasına rağmen geri döner ve elmacı beyfendiye arzuladığı şeyi bir çırpı da söyleyiverir.-Elma istiyorum!Fakat elmacı beyfendi pek ilgilenmez bir tavırla :-Ah bayan der,dün vardı ,bugün yok ama yarın mutlaka olur.Ve tüm titizliğiyle tezgahını parlatmaya koyulur.Alice ,ertesi günü iple çekmeye daha şimdiden başlamıştır.Nihayet ertesi gün olmuştur ve Alice Elmacı beyfendinin dükkanına elma almaya koşar.Pervasızca:-Elma istiyorum !der.Fakat Elmacı beyfendi yine aynı tavırla-Ah bayan der,dün vardı,bugün yok ,yarın mutlaka olur.Ve tüm titizliğiyle tezgahını parlatmaya koyulur.İşte o an Alice 'in itirazcı sesi yükselir:-İyi ama der,siz bana dün de aynı şeyi söylediniz .'Ah bayan ,dün vardı,bugün yok ,yarın mutlaka olur' dediniz.Ve bugün aslında sizin söylediğiniz yarın .Fakat elmacı beyfendi umursamaz bir tavırla:-Ah bayan ,der,Harikalar diyarında yaşadığınızı unutmayınız !Bu masalsı alemde elma dün vardır bugün yoktur yarın mutlaka olacaktır.-Öyle mi ?der Alice öyleyse yarın mutlaka geleceğim...Bu rivayette bahse konu olan Alice 'in ısrarcılığını anlamak mümkün değildir günümüz insanı için .Öykünün cazibesi de burdan kaynaklanır .Çünkü Alice alegorik bir dil kullanarak o manav erbabına ilan-ı aşk etmiş fakat anlaşılmak gibi bir sorunsalla karşılaşmıştır .Belki de bunun nedeni elmacı beyfendinin harikalar diyarına ziyadece inanıyor oluşudur .Yine aynı sebebten olsa gerektir ,aşkı efsane olrak gören ya da yalnız efsaneleşmiş aşkları aşk olarak gören kimileri ,bir yerlerde aşk meyvesını soyarken parmağını doğrayan bir Zuleyha'nın meyvelerinden tadamamıştır....

2 Mayıs 2010 Pazar

SALINCAK

Zaman , o endamlı salıncak
Bir çocuğu salladığı kadar
Hayatı da sallayacak

Boşluk sen misin kanayan derinde
Karanlığın damladığı yerde
El değmemiş bakir bir ülke
Bir çocuğun ağladığı yerde
Karanlık seni de kucaklayacak

Işık sen gittikçe ileriye
Vardıkların çok geride
Daha doğmamış ufukları gördün gözlerinle .

BUZ ADAM


Aşağıdaki öykü sadece Haruki Murakami′nin en iyi öykülerinden biri değil aynı zamanda son yıllarda yazılmış en iyi öykülerdendir. Tekrar tekrar okunabilecek ve her okunuşunda aynı ürperişi verecek güçte bir öyküdür. Tıpkı elimize aldığımızda bizi ürperten bir buz parçasını bırakıp bir süre sonra tekrar aldığımızda aynı ürperişi duyduğumuz gibi.




Buz Adam

Bir Buz Adamla evlendim. Onunla ilk kez, kayak merkezindeki bir otelde karşılaştım, zaten Buz Adamla karşılaşmak için en uygun yer bir kayak merkezi olsa gerek.Otelin lobisi kendi hallerinde eğlenen genç insanlarla doluydu ama Buz Adam, şöminenin en uzak köşesinde tek başına oturmuş sessizce kitap okuyordu. Öğlene doğru olmasına rağmen kış sabahının soğuk güneş ışığı kıpırdaşıyordu hala.

“Bak, şuradaki bir Buz Adam” diye fısıldadı arkadaşım.

O ana dek Buz Adamın ne olduğuna dair bir fikrim bile yoktu. Arkadaşımın da yoktu gerçi.
Buzdan yapılmış olmalı ki, o yüzden Buz Adam diyorlar diye devam etti ciddi bir ifadeyle arkadaşım; sanki bir hayaletten ya da bulaşıcı hastalıktan bahsediyor gibiydi.

Buz Adam uzun boylu idi, genç görüntüsüne rağmen, diken gibi duran kalın saçlarına serpili aklar erimemiş kar tanecikleri görüntüsündeydi. Elmacık kemikleri buz tutmuş taşlar gibi oldukça belirgin, parmakları hiç erimeyen donla kaplı gibiydi. Yine de Buz Adam sıradan bir insanı andırıyordu. Yakışıklı denemezdi ama çekici bir tip olabilirdi nasıl gördüğünüze bağlı olarak. Her şeye rağmen bildiğim tek şey ondaki bir şeyin beni kalbimden bağladığı idi; her şeyden çok gözlerindeki bir şeyin. Bakışları tıpkı kış sabahları buz sarkıtları arasından geçen ışık gibi sessiz ve saydamdı. Yapay bir bedenin tek yaşam pırıltısı bu bakışlardı.

Orada, uzak bir köşeden, durup bir süre izledim Buz Adamı. Kafasını kaldırıp bakmadı. Öylece, kıpırdamadan oturup, sanki etrafında kimse yokmuş gibi kitabını okumaya devam etti.

Ertesi sabah aynı yerde ve yine önceki gibi kitap okuyordu. Öğle yemeği için restorana gittiğimde, akşam arkadaşlarla kayaktan döndüğümde, o, hala orada, bakışları aynı kitabın sayfaları üzerindeydi. Ertesi günde değişen bir şey yoktu. Güneş batıp gecenin geç saatleri geldiğinde pencereden seyredilen sessiz bir kış manzarası gibi hala oturuyordu koltuğunda.

Dördüncü günün öğle sonrası, kayağa gitmemek için birkaç bahane uydurdum. Otelde tek başımaydım, lobide dolaştım biraz, hayalet kasaba gibi bomboştu. İçerdeki hava sıcak ve nemliydi, insanların ayakkabıları ile getirdiği kar şöminenin önünde eriyip içeriyi tuhaf bir kar kokusu ile kaplıyordu. Dışarıyı seyrettim, bir iki gazeteyi karıştırdım ve tüm cesaretimi toplayıp Buz Adama doğru yürüdüm ve onunla konuştum.

Eğer konuşmak için iyi bir nedenim yoksa yabancı birisiyle konuşurken utanırım, zaten çoğu zamanda tanımadığım insanlarla konuşmam. Ama neden bilmiyorum, buzadamla konuşmak zorunluluğu içinde hissettim kendimi. Oteldeki son gecemdi ve içimden bir ses bu şansımı da kullanmazsam bir daha onunla hiç karşılaşamayacağımı söylüyordu.


“Kayak kaymıyor musunuz?” diye olabildiğince sıradan bir şekilde sordum.

Yavaşça başını, sanki uzakta bir gürültü duymuş gibi, benden yana çevirdi ve o bakışlarla bana baktı. Hafifçe başını salladı. “Ben kayak kaymam.” dedi. “ Burada böyle oturur, kitap okuyup karı seyrederim.” Sözcükleri tıpkı çizgi romanlardaki konuşma balonları gibi havada beyaz bulutlar gibi duruyordu. Havada asılı duran bu sözcükleri don tutmuş parmağı ile dağıtana kadar inanın görebiliyordum.

Nasıl karşılık vereceğimi bilmiyordum. Yüzüm kızarmış bir şekilde öylece durdum. Gözlerime baktı ve hafifçe gülümsedi.
“Oturmak ister misin?” dedi. “Beni merak ediyorsun , değil mi? Buz Adam nasıl bir şey bilmek istiyorsun.” Sonra da güldü. “Rahat ol, endişelenecek gerek yok. Sırf benimle konuştuğun için üşütmezsin.”
Lobinin köşesindeki divanda yan yana oturup camdan dışarıdaki dans ederek düşen kar taneciklerini seyrettik. Ben sıcak bir çukulata ısmarlayıp içtim; buz adam ise hiçbir bir şey istemedi. Sohbet etmekte benden bile iyi olduğu söylenemezdi. Sadece bu değil, konuşacak ortak bir konu bile bulamadık aslında. Başta biraz havalar hakkında konuştuk. Sonra da otel hakkında. “Burada tek başınıza mısınız?” diye sordum.

“Evet” dedi. Benim kayağı sevip sevmediğimi sordu. “Pek değil” dedim. “Sırf arkadaşlarımın ısrarı üzerine geldim. Aslında çok nadir kayarım.”

Bilmek istediğim çok şey vardı. Bedeni gerçekten buzdan mı oluşuyordu? Ne yerdi? Yazın nerede yaşardı? Ailesi var mıydı? Buna benzer şeyler. Ama, Buz Adam kendinden hiç bahsetmiyordu, ben de böyle kişisel soruları sormaya çekindim.

Tersine, Buz Adam benden bahsetti. Biliyorum, inanması zor ama, bir şekilde hakkımda her şeyi biliyordu. Ailemdeki kişileri, yaşımı, hoşladığım ve hoşlanmadığım şeyleri, sağlık durumumu, okuduğum okulu, görüştüğüm arkadaşlarımı hep biliyordu. Hatta uzun zaman önce başıma gelen ve çoktan unutmuş olduğum şeyleri bile bildi.

“İnanılır gibi değil” dedim çarpılmış halde. Yabancı birinin önünde çırılçıplak hissettim kendimi. “ Nasıl olur da hakkımda bu kadar şey bilebiliyorsunuz? İnsanların aklını mı okuyabiliyorsunuz?”

“Hayır, insanların aklını okuyamam, ya da buna benzer şeyleri bilemem. Sadece biliyorum.” dedi usulca. “ Sadece biliyorum Sanki buzun derinlerine bakıyormuşum gibi sana baktığımda da seninle ilgili şeyler net bir şekilde görünürleşiyor.”

“Geleceğimi görebiliyor musun?” diye sordum.

Yine usulca “Geleceği göremem.” dedi. “Gelecekle hiç ilgim de yoktur. Daha açık olmak gerekirse, gelecek diye bir kavram yoktur bende. Bu yüzden buzun geleceği olmaz. Sahip olduğu tek şey içine sakladığı geçmiştir. Buz sahip olduğu şeyleri sanki hala yaşıyorlarmış gibi çok temiz, canlı ve net bir şekilde muhafaza etme gücüne sahiptir. Buzun özü budur.” dedi.

“Ne güzel” dedim gülümseyerek. “Bunu duymak beni rahatlattı. Çünkü doğrusunu isterseniz geleceğimin nasıl olduğunu bilmeyi hiç istemem.”

Kente döndükten sonra da birkaç kez karşılaştık. Derken çıkmaya başladık. Gerçi ne sinemaya gidiyorduk ne de bir kafeye. Yemeğe bile çıkmadık. Buz Adam sözü edilmeyecek kadar az yemek yerdi. Bütün bunların yerine parkta bir banka oturur Buz Adamın kendisi dışında her şeyden konuşurduk.
“Bunun nedeni ne?” diye sormuştum bir seferinde “Niye hiç kendinden bahsetmiyorsun? Hakkında daha çok şey bilmek istiyorum. Nerede doğdun? Ailen nasıl kişiler? Nasıl oldu da bir Buz Adam oldun?”
Yüzüme bir zaman baktı ve ardından başını salladı. “ Bilmiyorum.” dedi usulca, beyaz sözcükleri havaya üfleyerek. “Başka her şeyin geçmişini biliyorum oysa. Ama benim bir geçmişim yok. Ne nerede doğduğumu, ne de ailemin nasıl kişiler olduğunu bilmiyorum.Bir ailem var mı onu bile bilmiyorum. Kaç yaşındayım bilmiyorum. Bir yaşım var mı, onu da bilmiyorum.”
Buz Adam karanlıkta bir aysberg kadar yalnızdı.
İşte bu Buz Adama sırılsıklam aşık olmuştum. Beni, sanki hiç geleceğim yokmuş gibi şimdiki zaman içinde seviyordu. Ben de karşılık olarak onu, hiç geçmişi yokmuş gibi şimdiki zaman içinde seviyordum. Derken evlilik hakkında konuşmaya başladık.
Daha yirmime yeni girmiştim ve Buz Adam gerçekten sevdiğim ilk kişiydi. O zamanlar bir Buz Adamı sevmek ne demek hayal bile edemiyordum. Aslında normal bir kişiye aşık olsaydım bile sanırım yine de aşk hakkında daha net bir fikrim olmazdı.
Annem ve ablam kesin bir şekilde bu evliliğe karşı çıktılar. “Evlenmek için daha çok gençsin” dediler. “Bunun yanında, hakkında tek bir şey bilmiyorsun. Nerede, ne zaman doğduğunu bile bilmiyorsun. Böyle biriyle evleneceğini akrabalarımıza nasıl anlatırız? Dahası, söz konusu kişi bir Buz Adam, ya ansızın erir giderse ne yapacaksın? Evlilik demek gerçek bir bağlılık demektir, bunu anlamıyorsun.”
Endişeleri gereksizdi aslında. Bir kere, Buz Adam gerçekte buzdan yapılmamıştı. Ne kadar sıcak olursa olsun erimesi diye bir şey söz konusu değil. Buz Adam denmesinin nedeni, bedenin buz kadar soğuk olması, ama buzdan yapılmış değil ki. Ve bu soğukluk, insanların sıcaklığını alan türden soğukluk da değil.
Sonunda evlendik. Kimse evliliğimizi kutsamadı, arkadaşlarımız, akrabalarımız sevinmedi. Tören yapmadık, karısı olarak adımı onun nüfus kütüğüne kayıt ettirmeye sıra geldiğinde kaydının olmadığını gördük. Biz de, ikimiz, kendi kendimizi evli kıldık. Küçük bir pasta alıp yedik. Sade düğün törenimiz buydu.
Küçük bir daire kiraladık, Buz Adam et deposunda çalışıp geçimimizi sağlamaya başladı. Ne kadar soğuk olursa olsun fark etmezdi onun için ve ne kadar çok çalışırsa çalışsın hiç yorulmazdı. İşvereni bundan çok memnundu ve ona diğer işçilerinden daha çok para veriyordu. İkimiz, kimseyi rahatsız etmeden, kimsece rahatsız edilmeden mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyorduk.
Buz Adam benimle seviştiği zaman gözümün önüne bir yerlerde yalnızlık içinde varolduğundan emin olduğum bir buz parçası geliyordu. Buz Adamın bu buz parçasının nerede olduğunu bildiğini sanıyordum. Taş sertliğinde donmuştu, o kadar sert ki daha sert bir şey düşünemiyordum. Dünyadaki en büyük buz parçasıydı.Uzaklarda bir yerdeydi; ve Buz Adam bu buz parçasının hatıralarını bana ve dünyaya ulaştırıyordu. İlk seviştiğimizde aklım karıştı. Ama daha sonra alıştım buna. Hatta onunla sevişmekten hoşlanmaya başladım. Geceleri, sessizce içinde dünyanın yüz milyonlarca yıllının geçmişini barındıran o büyük buz parçasını bölüştük.
Evliliğimizin sözü edilebilecek hiçbir sorunu yoktu. Birbirimizi tutkuyla sevdik ve aramıza hiçbir şey girmedi. Bir çocuğumuz olsun istiyorduk ama pek de mümkün görünmüyordu. İnsan geni ile Buz Adam geni kolayca uyuşmadı. Biraz da çocuğumuz olmadığı için bolca boş zamanın vardı. Sabahtan tüm ev işlerini bitiriyor, geriye gün boyunca yapacak bir şey kalmıyordu. Konuşacak, dışarıya çıkacak bir arkadaşım yoktu, komşularımla da hiç ilişkim olmadı. Annem ve ablam Buz Adamla evlendiğim için hala bana kızgındılar, beni görmek adına hiçbir adım atmadılar. Aylar geçmesine rağmen, etrafımızdaki insanlar zaman zaman onunla konuşmaya başlamış olsalarda, kalplerinin derinlerinde ne onu ne de onunla evlenmiş beni hala kabullenemiyorlardı. Onlardan farklıydık ve üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin aramızda bir ilişki kurulamıyordu.
Buz Adam işteyken, evde tek başıma oturuyor, kitap okuyor, müzik dinliyordum. Evde oturmayı yine de tercih ediyordum, yalnız kalmaya aldırmıyordum.Ama gençtim ve hergün aynı şeyleri yapmak giderek beni rahatsız etmeye başladı. Rahatsız eden can sıkıntısı değil, tekrarlayışlardı.
Bu yüzden bir gün Buz Adama “ Bir yerlere bir geziye çıkmaya ne dersin, değişiklik olur hem?” diye sordum.
“Geziye mi?” dedi. Gözlerini kısıp bana baktı. “ Niye çıkacakmışız ki? Burada benimle olmaktan mutlu değil misin?” dedi.
“Ondan değil” dedim. “Mutluyum.Ama canım sıkılıyor. Uzak bir yerlere gitmek ve daha önce görmediğim şeyler görmek istiyorm. Bir hava değişiliği yaşamak istiyorum.Anlıyor musun? Ayrıca, balayına bile çıkmadık. Biraz birikmiş paramız var, zaten yıllık iznin de yaklaşıyor. Biraz uzaklaşıp, kafamızı dinlemenin tam zamanı değil mi sence?”
Soğuk bir iç geçirdi Buz Adam, havada kristalleşip, tınladı içgeçirişi. Uzun parmaklarını dizlerinin üstünde sıktı. “Pekala, madem bu kadar çok istiyorsun, hiç itirazım yok. Eğer seni mutlu edecekse istediğin yere gitmeye varım. Peki nereye gitmek istediğini biliyor musun?”
“Güney Kutbu’nu görmeye ne dersin?” dedim. Güney Kutbu’nu söyledim çünkü buzadamın soğuk bir yerlere gitmek hoşuna gider diye düşünüyordum. Dürüst olmak gerekirse, ben de hep oraya seyahat etmek istemişimdir. Yakalı bir kürk giymek, penguen sürülerini ve kutbun havasını görmek istemişimdir hep.
Bunu duyduktan sonra, kocam gözünü bile kıpırdatmadan gözlerimin içine öyle bir baktı ki, sanki buz sarkıtları gözlerimden başımın arkasına kadar delip geçiyormuş gibi hissettim.Bir zaman sessiz kaldı ve sonunda ışıldayan bir sesle: “Pekala, eğer isteğin buysa, tamam, Güney Kutbu’na gidelim. Gerçekten istediğinin bu olduğuna eminsin, değil mi?” dedi.
Hemen yanıt veremedim. Buz Adam’ın bakışları beni uyuşturacak denli beynimin içindeydi. Sonunda başımı sallayabildim.
Zaman geçtikçe nedense, Güney Kutbun’a gitmek fikrini açtığımdan dolayı yavaş yavaş pişman olmaya başladım. Niye, bilmiyorum, bana öyle geliyordu ki, ‘Güney Kutbu’ der demez kocamın içinde bir şeyler değişmişti. Gözleri sertleşti, soluğu iyice beyazlaştı ve parmakları daha bir buzlandı. Artık benimle fazla konuşmuyordu ve yemek yemeyi tamamen bıraktı. Tüm bunlar beni korkutuyordu.
Yola çıkmaya beş gün kala cesaretimi topladım ve “ Güney Kutbu gezisini unutalım” dedim. “Şimdi düşünüyorum da, orası sağlığımızı bozacak kadar soğuk olacak. Onun yerine şöyle sıradan bir yere gitmemiz daha mantıklı. Avrupa’ya ne dersin? İspanya’ya gidip gerçek bir tatil yapalım. Şarap içer, paella yer, boğa güreşlerini seyredebiliriz, ya da bunun gibi şeyler.”
Ama kocam anlattıklarımı dinlemiyordu. Birkaç dakika boşluğa baktı öylece. Ardından da, “ Hayır, hele İspanya’ya tamamen hayır. İspanya benim için çok sıcak. Çok tozlu, yemekleri de fazla baharatlı. Ayrıca, ben Güney Kutbu için biletleri aldım bile. Senin için kürk ve yünlü botlar da aldık. Bütün bunlar boşa gidemez. Bu kadar hazırlıktan sonra gitmemezlik edemeyiz.” dedi.
Gerçek şu ki; korkmuştum. Sezgilerim bana eğer Güney Kutbu’na gidersek bir daha düzeltemeyeceğimiz bir şeyler olacağını söylüyordu. O korkunç düşü defalarca görüyordum. Hep aynı düştü: Yürüyüşe çıkıyor ve buzda açılmış büyük bir çukura düşüyordum. Kimse bulamıyordu beni ve donmaya başlıyordum. Buzun içinde kısılı kalmış öylece gökyüzüne bakıyordum. Bilincim yerindeydi ama hareket edemiyordum, parmağım bile oynamıyordu. Yavaş yavaş bir geçmiş olmaya başladığımı fark ediyordum. İnsanlar bana, yani dönüşmüş olduğum şey her neyse, baktıkça geçmişe bakıyorlardı. Ben onlardan geriye doğru uzaklaşan bir görüntüydüm.
Bu düşten uyandığımda Buz Adamı yanımda uyurken buluyordum . Nefes almadan uyurdu hep, ölü bir adam gibi.
Ama Buz Adamı seviyordum. Ağlamaya başladım, gözyaşlarım yanaklarına akıp onu uyandırdı. Beni kollarına aldığında sadece “Kötü bir düş gördüm” dedim.
“Sadece kötü bir düştü.” dedi. “Düşler geçmişten gelir, gelecekten değil. Düşler seni değil, sen düşleri kuşatırsın. Anlıyor musun?” dedi.
“Evet” dedim ama yine de ikna olmamıştım .
Geziyi iptal ettirecek iyi bir bahane bulamadım ve sonunda ben ve kocam Güney Kutbu uçağına bindik. Hosteslerin ağzını bıçak açmıyordu. Pencereden dışarıyı seyretmek istedim ama bulutlar o kadar yoğundu ki, hiçbir şey göremiyordum. Bir zaman sonra, pencerem bir buz tabakası ile kaplanmıştı. Kocam sessizce kitabını okuyordu. Tatile gidiyor olmanın heyecanını duymuyordum. Bir süreçten geçiyor ve çoktan kararlaştırılmış şeyleri yapıyordum.
Uçağın merdivenlerinden inip Güney Kutbu’na adım attığımızda kocamın bedeninin sendelediğini hissettim. Göz açıp kapayıncaya dek sürmüştü bu sendeleme, yarım saniye kadar, yüz ifadesinde bir değişiklik olmamıştı, ama ben bu olayı görebilmiştim.Buz Adamın içinde bir yerlerde gizli, şiddetlice bir şeyler sarsılmıştı. Durdu ve gökyüzüne baktı, ardından da ellerine.Derin bir soluk aldı. Sonra bana baktı ve anlamlı bir şekilde güldü. “Gelip gezmek istediğin yer burası mıydı?” dedi.
“Evet” dedim. “Burası.”
Güney Kutbu umduğumdan öte yalnız bir yerdi. Hemen hemen yaşayan kimse yoktu. Küçük, özelliği olmayan bir kasaba, kasabanın da yine tabiî ki herhangi bir özelliği olmayan küçük bir oteli vardı. Güney Kutbu turist güzargahı değildi. Bir tane bile penguen yoktu. Güney Kutbun o ünlü ışıklarını göremiyordum. Ne ağaçlar vardı, ne çiçekler, ne de bir nehir veya su birikintisi. Gittiğim heryerde buz vardı sadece. Gözümün örebildiği heryer uzadıkça uzayan bomboş bir buz tabakası idi.
Kocam ise oradan oraya sanki hiç yeterli değilmiş gibi heyecanla yürüdü durdu. Yerel dili çok çabuk öğrendi ve kasaba halkıyla hep sert bir çığ gürültüsü sesiyle konuşuyordu. Onlarla ciddi bir yüz ifadesiyle saatlerce ne hakkında olduğunu bilmediğim şeyler konuştu. Kocamın beni yüzüstü bıraktığını, kendi başımın çaresine kendim bakmam gerektiğini hissediyordum.
Orada, o kalın buzla çevrili dilsiz dünyada sonunda tüm gücümü kaybettim. Azar azar, kaybettikçe kaybettim. Sonunda, kızgın olacak gücü bile artık bulamadım kendimde. Sanki duygularımın pusulasını bir yerlerde kaybetmiştim.İçine düştüğüm yolu, zamanın akışını ve var olduğum hissini tamamen kaybetmiştim. Bunun ne zaman başladığını ne zaman bittiğini bilmiyorum fakat bilincim tekrar yerine geldiğinde sonsuz bir kışın tüm renkleri sildiği bir buz dünyasında yalnızlık içinde tek başına kapatılmıştım.
Duyumlarımın çoğunu yitirmeme rağmen bu kadarını hala biliyordum. Güney Kutbundaki kocam eski Buz Adam değildi.Beni her zamanki gibi kolluyor ve benimle kibarca konuşuyordu. Diyebilirim ki, bana söylediği her şeyi gerçekten kastederek söylüyordu. Ama şunu da biliyorum ki; o, kayak merkezinde otelde karşılaştığım Buz Adam değildi artık.
Bunu herhangi birine anlatabilmem olanaksız görünüyordu. Güney Kutbundaki herkes ondan hoşlanıyordu ama benim söylediğim tek bir sözcüğü bile anlamıyorlardı. Beyaz soluklarını üflüyorlar, şakalaşıyolar, tartışıyorlar, kendi dillerinde şarkılar söylüyorlar, bense odamızda tek başıma oturup, aylar öncesinden açmayacakmış gibi görünen kapalı gökyüzüne bakıyordum. Bizi getiren uçak gideli çok olmuştu ve kısa bir süre sonra pist kalın bir buz tabakası ile kaplanmıştı, tıpkı kalbim gibi.
“Kış geldi” dedi kocam. “Uzun bir kış olacak ve artık ne bir uçak gelir ne de bir gemi. Her şey dondu. Görünen o ki, gelecek bahara kadar burada kalmak zorunda kalacağız.”
Güney Kutbu’na gelişimizden yaklaşık üç ay sonra hamile olduğumu fark ettim.Doğuracağım çocuğun küçük bir Buz Adam olacağını biliyordum. Rahmim donmuştu, amniyotik sıvım kar suyu gibiydi. İçimdeki soğukluğunu hissedebiliyordum. Çocuğumun buz parçası gözleri ve buz kaplı parmakları olacaktı, tıpkı babası gibi. Ve ailemiz bir daha Güney Kutbu dışında bir yere asla ayak basmayacaktı. Sonsuz geçmiş, tüm akıl sır erdirişlerin ötesinde bizi kendine hapsetmişti. Bundan asla kurtulamayacaktık.
Artık içimde kalp diye bir şey nerdeyse kalmadı. Sıcaklığım çok uzaklara gitti. Bazen bir zamanlar böyle bir sıcaklığın olduğunu bile unutuyorum. Bu yerde dünyadaki herkesten daha yalnızım. Ağladığım zamanlar Buz Adam yanaklarımı öpüyor ve gözyaşlarım buza dönüşüyor. O buza dönen bu gözyaşlarını alıyor ve diline koyuyor. “Bak, seni ne kadar çok seviyorum” diyor. Gerçeği söylüyor. Fakat olmayan bir yerden içeri dolan bir rüzgar onun beyaz sözlerini geriye, geçmişin içine süpürüyor.

Çeviren: Behlül Dündar

kaynak :www.kitaponerisi.com

17 Nisan 2010 Cumartesi

GO




Mutlak bir ölümü veya yaşamı seçmek binyıllardır hep aynı terazide tartılır .




Oynak ibreler ,celladın ve kendinin yanbakışları hep oyun dışıdır .Gökyüzüne bakıp hayat okuma alışkanlığı sanki, Sümer kalıntılarından çıkartılmış parşömen yıldız haritaları gibi bunu sürdürmek istiyor.Arzın oyununda fiiler yer değiştirir sürekli ,sen ötekisindir aradığın fiilin öznesi misali .Yeryüzünün o tuzak sorusu ''gerçek ne olmalı '' yine sorulacağı duraklara vardı.Kendiliğindeyken kimse alınmasın sendekine aniden bir gerçeğe çarpabilirsin çünkü .


Işıkçı,dilekçi,aynacı arasında billurlaşmış bir oyun içinde eskiler .Ancak hayat oyunu emer ,içer ,sindirim sisteminde öğütür .


Escher labirentinde oyunun içinde arayıp bulmaktır herşey, yönden azade olarak .Kimileri ışıkta görse de kimileri karanlıkta görür oyunu .Oyunu bozmanın o tek kuralı ;düşler yok ,istek yok umut yok demek .Kurosowa 'nın düş bahçelerindeki kiraz ağaçları da yok demek .




Tarih kadar eski bu oyunun tek gerçeği ;yok dersen yok olan, var dersen var olan bir şey oluşudur .Tek gücü budur . Taşları yoktur ...

ADAM

Sürgün dünyanın, bir fikir satıcısının ellerinde ,iki büklüm olmuş ,paketlenmiş insan seslerinden gelen bir numaranın ucunda öldüm adam .
Oradaki ısırıcı ses kulağıma ulaşmıyor ,karşımdaki sesleriyle ulaştığını savunuyor .Görülüyor ki rüya rüyayı tutmuyor .
Mermer bir zemin üstünde dağılan kum zerrecikleri gibi ,görkemli kusurlu bir dağılış,alınan tez haberler merakımı içten içe ölüm duygusunu tatmak için kabartıyor her seferinde.Çilenin bir yün yumağına dönüşmesi olarak olağanlaşmış hayatlarda ,parça parçayı tutmuyor.Kendisiyle kendisini ayırmış adam ,yırtılan bir kağıdın ucundan iki hece olarak düşüyor masama .Hazar Denizinin küçük krallığında küçük bir prens o, hep çift atan bir düşeş gibi taşının kaderi .Barbar alanların yığıntılarını aramıza sürüp, düz alanda savaş yaratan doğunun ve batının şeytanı .Seferlerinin 647. kez yalanlanması akşam haberlerinde.Hoşgörümü ve istencimi yerine getirmek çabası ile iki karşıt düşüncenin savaştıkları noktada, yine birbirleriyle karşılaşacağını unutan adam .
İnsanlar garip inanışla ilahi gizem bilgilerine ait olduğuma inanıyor .Uzun zamandır uykusuzluk diyorum ben uyanıklıktan da kötü .Düş ikliminin fırtınalarına açık yassı yamaçları olan Arap dağları gibi, geceyi geleceğe bağlayacak olan çıplak bir gündoğumuna, yağmurlarla giren hiç giyinmeden yatağa uzanan adam ,
dalgaları kıyılarını döven adam .
BOŞLUĞA KAHKAHALARLA GÜLDÜ
sen boşluksan ben de içinim .






Kendi masalını kendine anlatmayan hayatı anlatmasa da olur ...Tek kitabımız odur ....