2 Mayıs 2010 Pazar

BUZ ADAM


Aşağıdaki öykü sadece Haruki Murakami′nin en iyi öykülerinden biri değil aynı zamanda son yıllarda yazılmış en iyi öykülerdendir. Tekrar tekrar okunabilecek ve her okunuşunda aynı ürperişi verecek güçte bir öyküdür. Tıpkı elimize aldığımızda bizi ürperten bir buz parçasını bırakıp bir süre sonra tekrar aldığımızda aynı ürperişi duyduğumuz gibi.




Buz Adam

Bir Buz Adamla evlendim. Onunla ilk kez, kayak merkezindeki bir otelde karşılaştım, zaten Buz Adamla karşılaşmak için en uygun yer bir kayak merkezi olsa gerek.Otelin lobisi kendi hallerinde eğlenen genç insanlarla doluydu ama Buz Adam, şöminenin en uzak köşesinde tek başına oturmuş sessizce kitap okuyordu. Öğlene doğru olmasına rağmen kış sabahının soğuk güneş ışığı kıpırdaşıyordu hala.

“Bak, şuradaki bir Buz Adam” diye fısıldadı arkadaşım.

O ana dek Buz Adamın ne olduğuna dair bir fikrim bile yoktu. Arkadaşımın da yoktu gerçi.
Buzdan yapılmış olmalı ki, o yüzden Buz Adam diyorlar diye devam etti ciddi bir ifadeyle arkadaşım; sanki bir hayaletten ya da bulaşıcı hastalıktan bahsediyor gibiydi.

Buz Adam uzun boylu idi, genç görüntüsüne rağmen, diken gibi duran kalın saçlarına serpili aklar erimemiş kar tanecikleri görüntüsündeydi. Elmacık kemikleri buz tutmuş taşlar gibi oldukça belirgin, parmakları hiç erimeyen donla kaplı gibiydi. Yine de Buz Adam sıradan bir insanı andırıyordu. Yakışıklı denemezdi ama çekici bir tip olabilirdi nasıl gördüğünüze bağlı olarak. Her şeye rağmen bildiğim tek şey ondaki bir şeyin beni kalbimden bağladığı idi; her şeyden çok gözlerindeki bir şeyin. Bakışları tıpkı kış sabahları buz sarkıtları arasından geçen ışık gibi sessiz ve saydamdı. Yapay bir bedenin tek yaşam pırıltısı bu bakışlardı.

Orada, uzak bir köşeden, durup bir süre izledim Buz Adamı. Kafasını kaldırıp bakmadı. Öylece, kıpırdamadan oturup, sanki etrafında kimse yokmuş gibi kitabını okumaya devam etti.

Ertesi sabah aynı yerde ve yine önceki gibi kitap okuyordu. Öğle yemeği için restorana gittiğimde, akşam arkadaşlarla kayaktan döndüğümde, o, hala orada, bakışları aynı kitabın sayfaları üzerindeydi. Ertesi günde değişen bir şey yoktu. Güneş batıp gecenin geç saatleri geldiğinde pencereden seyredilen sessiz bir kış manzarası gibi hala oturuyordu koltuğunda.

Dördüncü günün öğle sonrası, kayağa gitmemek için birkaç bahane uydurdum. Otelde tek başımaydım, lobide dolaştım biraz, hayalet kasaba gibi bomboştu. İçerdeki hava sıcak ve nemliydi, insanların ayakkabıları ile getirdiği kar şöminenin önünde eriyip içeriyi tuhaf bir kar kokusu ile kaplıyordu. Dışarıyı seyrettim, bir iki gazeteyi karıştırdım ve tüm cesaretimi toplayıp Buz Adama doğru yürüdüm ve onunla konuştum.

Eğer konuşmak için iyi bir nedenim yoksa yabancı birisiyle konuşurken utanırım, zaten çoğu zamanda tanımadığım insanlarla konuşmam. Ama neden bilmiyorum, buzadamla konuşmak zorunluluğu içinde hissettim kendimi. Oteldeki son gecemdi ve içimden bir ses bu şansımı da kullanmazsam bir daha onunla hiç karşılaşamayacağımı söylüyordu.


“Kayak kaymıyor musunuz?” diye olabildiğince sıradan bir şekilde sordum.

Yavaşça başını, sanki uzakta bir gürültü duymuş gibi, benden yana çevirdi ve o bakışlarla bana baktı. Hafifçe başını salladı. “Ben kayak kaymam.” dedi. “ Burada böyle oturur, kitap okuyup karı seyrederim.” Sözcükleri tıpkı çizgi romanlardaki konuşma balonları gibi havada beyaz bulutlar gibi duruyordu. Havada asılı duran bu sözcükleri don tutmuş parmağı ile dağıtana kadar inanın görebiliyordum.

Nasıl karşılık vereceğimi bilmiyordum. Yüzüm kızarmış bir şekilde öylece durdum. Gözlerime baktı ve hafifçe gülümsedi.
“Oturmak ister misin?” dedi. “Beni merak ediyorsun , değil mi? Buz Adam nasıl bir şey bilmek istiyorsun.” Sonra da güldü. “Rahat ol, endişelenecek gerek yok. Sırf benimle konuştuğun için üşütmezsin.”
Lobinin köşesindeki divanda yan yana oturup camdan dışarıdaki dans ederek düşen kar taneciklerini seyrettik. Ben sıcak bir çukulata ısmarlayıp içtim; buz adam ise hiçbir bir şey istemedi. Sohbet etmekte benden bile iyi olduğu söylenemezdi. Sadece bu değil, konuşacak ortak bir konu bile bulamadık aslında. Başta biraz havalar hakkında konuştuk. Sonra da otel hakkında. “Burada tek başınıza mısınız?” diye sordum.

“Evet” dedi. Benim kayağı sevip sevmediğimi sordu. “Pek değil” dedim. “Sırf arkadaşlarımın ısrarı üzerine geldim. Aslında çok nadir kayarım.”

Bilmek istediğim çok şey vardı. Bedeni gerçekten buzdan mı oluşuyordu? Ne yerdi? Yazın nerede yaşardı? Ailesi var mıydı? Buna benzer şeyler. Ama, Buz Adam kendinden hiç bahsetmiyordu, ben de böyle kişisel soruları sormaya çekindim.

Tersine, Buz Adam benden bahsetti. Biliyorum, inanması zor ama, bir şekilde hakkımda her şeyi biliyordu. Ailemdeki kişileri, yaşımı, hoşladığım ve hoşlanmadığım şeyleri, sağlık durumumu, okuduğum okulu, görüştüğüm arkadaşlarımı hep biliyordu. Hatta uzun zaman önce başıma gelen ve çoktan unutmuş olduğum şeyleri bile bildi.

“İnanılır gibi değil” dedim çarpılmış halde. Yabancı birinin önünde çırılçıplak hissettim kendimi. “ Nasıl olur da hakkımda bu kadar şey bilebiliyorsunuz? İnsanların aklını mı okuyabiliyorsunuz?”

“Hayır, insanların aklını okuyamam, ya da buna benzer şeyleri bilemem. Sadece biliyorum.” dedi usulca. “ Sadece biliyorum Sanki buzun derinlerine bakıyormuşum gibi sana baktığımda da seninle ilgili şeyler net bir şekilde görünürleşiyor.”

“Geleceğimi görebiliyor musun?” diye sordum.

Yine usulca “Geleceği göremem.” dedi. “Gelecekle hiç ilgim de yoktur. Daha açık olmak gerekirse, gelecek diye bir kavram yoktur bende. Bu yüzden buzun geleceği olmaz. Sahip olduğu tek şey içine sakladığı geçmiştir. Buz sahip olduğu şeyleri sanki hala yaşıyorlarmış gibi çok temiz, canlı ve net bir şekilde muhafaza etme gücüne sahiptir. Buzun özü budur.” dedi.

“Ne güzel” dedim gülümseyerek. “Bunu duymak beni rahatlattı. Çünkü doğrusunu isterseniz geleceğimin nasıl olduğunu bilmeyi hiç istemem.”

Kente döndükten sonra da birkaç kez karşılaştık. Derken çıkmaya başladık. Gerçi ne sinemaya gidiyorduk ne de bir kafeye. Yemeğe bile çıkmadık. Buz Adam sözü edilmeyecek kadar az yemek yerdi. Bütün bunların yerine parkta bir banka oturur Buz Adamın kendisi dışında her şeyden konuşurduk.
“Bunun nedeni ne?” diye sormuştum bir seferinde “Niye hiç kendinden bahsetmiyorsun? Hakkında daha çok şey bilmek istiyorum. Nerede doğdun? Ailen nasıl kişiler? Nasıl oldu da bir Buz Adam oldun?”
Yüzüme bir zaman baktı ve ardından başını salladı. “ Bilmiyorum.” dedi usulca, beyaz sözcükleri havaya üfleyerek. “Başka her şeyin geçmişini biliyorum oysa. Ama benim bir geçmişim yok. Ne nerede doğduğumu, ne de ailemin nasıl kişiler olduğunu bilmiyorum.Bir ailem var mı onu bile bilmiyorum. Kaç yaşındayım bilmiyorum. Bir yaşım var mı, onu da bilmiyorum.”
Buz Adam karanlıkta bir aysberg kadar yalnızdı.
İşte bu Buz Adama sırılsıklam aşık olmuştum. Beni, sanki hiç geleceğim yokmuş gibi şimdiki zaman içinde seviyordu. Ben de karşılık olarak onu, hiç geçmişi yokmuş gibi şimdiki zaman içinde seviyordum. Derken evlilik hakkında konuşmaya başladık.
Daha yirmime yeni girmiştim ve Buz Adam gerçekten sevdiğim ilk kişiydi. O zamanlar bir Buz Adamı sevmek ne demek hayal bile edemiyordum. Aslında normal bir kişiye aşık olsaydım bile sanırım yine de aşk hakkında daha net bir fikrim olmazdı.
Annem ve ablam kesin bir şekilde bu evliliğe karşı çıktılar. “Evlenmek için daha çok gençsin” dediler. “Bunun yanında, hakkında tek bir şey bilmiyorsun. Nerede, ne zaman doğduğunu bile bilmiyorsun. Böyle biriyle evleneceğini akrabalarımıza nasıl anlatırız? Dahası, söz konusu kişi bir Buz Adam, ya ansızın erir giderse ne yapacaksın? Evlilik demek gerçek bir bağlılık demektir, bunu anlamıyorsun.”
Endişeleri gereksizdi aslında. Bir kere, Buz Adam gerçekte buzdan yapılmamıştı. Ne kadar sıcak olursa olsun erimesi diye bir şey söz konusu değil. Buz Adam denmesinin nedeni, bedenin buz kadar soğuk olması, ama buzdan yapılmış değil ki. Ve bu soğukluk, insanların sıcaklığını alan türden soğukluk da değil.
Sonunda evlendik. Kimse evliliğimizi kutsamadı, arkadaşlarımız, akrabalarımız sevinmedi. Tören yapmadık, karısı olarak adımı onun nüfus kütüğüne kayıt ettirmeye sıra geldiğinde kaydının olmadığını gördük. Biz de, ikimiz, kendi kendimizi evli kıldık. Küçük bir pasta alıp yedik. Sade düğün törenimiz buydu.
Küçük bir daire kiraladık, Buz Adam et deposunda çalışıp geçimimizi sağlamaya başladı. Ne kadar soğuk olursa olsun fark etmezdi onun için ve ne kadar çok çalışırsa çalışsın hiç yorulmazdı. İşvereni bundan çok memnundu ve ona diğer işçilerinden daha çok para veriyordu. İkimiz, kimseyi rahatsız etmeden, kimsece rahatsız edilmeden mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyorduk.
Buz Adam benimle seviştiği zaman gözümün önüne bir yerlerde yalnızlık içinde varolduğundan emin olduğum bir buz parçası geliyordu. Buz Adamın bu buz parçasının nerede olduğunu bildiğini sanıyordum. Taş sertliğinde donmuştu, o kadar sert ki daha sert bir şey düşünemiyordum. Dünyadaki en büyük buz parçasıydı.Uzaklarda bir yerdeydi; ve Buz Adam bu buz parçasının hatıralarını bana ve dünyaya ulaştırıyordu. İlk seviştiğimizde aklım karıştı. Ama daha sonra alıştım buna. Hatta onunla sevişmekten hoşlanmaya başladım. Geceleri, sessizce içinde dünyanın yüz milyonlarca yıllının geçmişini barındıran o büyük buz parçasını bölüştük.
Evliliğimizin sözü edilebilecek hiçbir sorunu yoktu. Birbirimizi tutkuyla sevdik ve aramıza hiçbir şey girmedi. Bir çocuğumuz olsun istiyorduk ama pek de mümkün görünmüyordu. İnsan geni ile Buz Adam geni kolayca uyuşmadı. Biraz da çocuğumuz olmadığı için bolca boş zamanın vardı. Sabahtan tüm ev işlerini bitiriyor, geriye gün boyunca yapacak bir şey kalmıyordu. Konuşacak, dışarıya çıkacak bir arkadaşım yoktu, komşularımla da hiç ilişkim olmadı. Annem ve ablam Buz Adamla evlendiğim için hala bana kızgındılar, beni görmek adına hiçbir adım atmadılar. Aylar geçmesine rağmen, etrafımızdaki insanlar zaman zaman onunla konuşmaya başlamış olsalarda, kalplerinin derinlerinde ne onu ne de onunla evlenmiş beni hala kabullenemiyorlardı. Onlardan farklıydık ve üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin aramızda bir ilişki kurulamıyordu.
Buz Adam işteyken, evde tek başıma oturuyor, kitap okuyor, müzik dinliyordum. Evde oturmayı yine de tercih ediyordum, yalnız kalmaya aldırmıyordum.Ama gençtim ve hergün aynı şeyleri yapmak giderek beni rahatsız etmeye başladı. Rahatsız eden can sıkıntısı değil, tekrarlayışlardı.
Bu yüzden bir gün Buz Adama “ Bir yerlere bir geziye çıkmaya ne dersin, değişiklik olur hem?” diye sordum.
“Geziye mi?” dedi. Gözlerini kısıp bana baktı. “ Niye çıkacakmışız ki? Burada benimle olmaktan mutlu değil misin?” dedi.
“Ondan değil” dedim. “Mutluyum.Ama canım sıkılıyor. Uzak bir yerlere gitmek ve daha önce görmediğim şeyler görmek istiyorm. Bir hava değişiliği yaşamak istiyorum.Anlıyor musun? Ayrıca, balayına bile çıkmadık. Biraz birikmiş paramız var, zaten yıllık iznin de yaklaşıyor. Biraz uzaklaşıp, kafamızı dinlemenin tam zamanı değil mi sence?”
Soğuk bir iç geçirdi Buz Adam, havada kristalleşip, tınladı içgeçirişi. Uzun parmaklarını dizlerinin üstünde sıktı. “Pekala, madem bu kadar çok istiyorsun, hiç itirazım yok. Eğer seni mutlu edecekse istediğin yere gitmeye varım. Peki nereye gitmek istediğini biliyor musun?”
“Güney Kutbu’nu görmeye ne dersin?” dedim. Güney Kutbu’nu söyledim çünkü buzadamın soğuk bir yerlere gitmek hoşuna gider diye düşünüyordum. Dürüst olmak gerekirse, ben de hep oraya seyahat etmek istemişimdir. Yakalı bir kürk giymek, penguen sürülerini ve kutbun havasını görmek istemişimdir hep.
Bunu duyduktan sonra, kocam gözünü bile kıpırdatmadan gözlerimin içine öyle bir baktı ki, sanki buz sarkıtları gözlerimden başımın arkasına kadar delip geçiyormuş gibi hissettim.Bir zaman sessiz kaldı ve sonunda ışıldayan bir sesle: “Pekala, eğer isteğin buysa, tamam, Güney Kutbu’na gidelim. Gerçekten istediğinin bu olduğuna eminsin, değil mi?” dedi.
Hemen yanıt veremedim. Buz Adam’ın bakışları beni uyuşturacak denli beynimin içindeydi. Sonunda başımı sallayabildim.
Zaman geçtikçe nedense, Güney Kutbun’a gitmek fikrini açtığımdan dolayı yavaş yavaş pişman olmaya başladım. Niye, bilmiyorum, bana öyle geliyordu ki, ‘Güney Kutbu’ der demez kocamın içinde bir şeyler değişmişti. Gözleri sertleşti, soluğu iyice beyazlaştı ve parmakları daha bir buzlandı. Artık benimle fazla konuşmuyordu ve yemek yemeyi tamamen bıraktı. Tüm bunlar beni korkutuyordu.
Yola çıkmaya beş gün kala cesaretimi topladım ve “ Güney Kutbu gezisini unutalım” dedim. “Şimdi düşünüyorum da, orası sağlığımızı bozacak kadar soğuk olacak. Onun yerine şöyle sıradan bir yere gitmemiz daha mantıklı. Avrupa’ya ne dersin? İspanya’ya gidip gerçek bir tatil yapalım. Şarap içer, paella yer, boğa güreşlerini seyredebiliriz, ya da bunun gibi şeyler.”
Ama kocam anlattıklarımı dinlemiyordu. Birkaç dakika boşluğa baktı öylece. Ardından da, “ Hayır, hele İspanya’ya tamamen hayır. İspanya benim için çok sıcak. Çok tozlu, yemekleri de fazla baharatlı. Ayrıca, ben Güney Kutbu için biletleri aldım bile. Senin için kürk ve yünlü botlar da aldık. Bütün bunlar boşa gidemez. Bu kadar hazırlıktan sonra gitmemezlik edemeyiz.” dedi.
Gerçek şu ki; korkmuştum. Sezgilerim bana eğer Güney Kutbu’na gidersek bir daha düzeltemeyeceğimiz bir şeyler olacağını söylüyordu. O korkunç düşü defalarca görüyordum. Hep aynı düştü: Yürüyüşe çıkıyor ve buzda açılmış büyük bir çukura düşüyordum. Kimse bulamıyordu beni ve donmaya başlıyordum. Buzun içinde kısılı kalmış öylece gökyüzüne bakıyordum. Bilincim yerindeydi ama hareket edemiyordum, parmağım bile oynamıyordu. Yavaş yavaş bir geçmiş olmaya başladığımı fark ediyordum. İnsanlar bana, yani dönüşmüş olduğum şey her neyse, baktıkça geçmişe bakıyorlardı. Ben onlardan geriye doğru uzaklaşan bir görüntüydüm.
Bu düşten uyandığımda Buz Adamı yanımda uyurken buluyordum . Nefes almadan uyurdu hep, ölü bir adam gibi.
Ama Buz Adamı seviyordum. Ağlamaya başladım, gözyaşlarım yanaklarına akıp onu uyandırdı. Beni kollarına aldığında sadece “Kötü bir düş gördüm” dedim.
“Sadece kötü bir düştü.” dedi. “Düşler geçmişten gelir, gelecekten değil. Düşler seni değil, sen düşleri kuşatırsın. Anlıyor musun?” dedi.
“Evet” dedim ama yine de ikna olmamıştım .
Geziyi iptal ettirecek iyi bir bahane bulamadım ve sonunda ben ve kocam Güney Kutbu uçağına bindik. Hosteslerin ağzını bıçak açmıyordu. Pencereden dışarıyı seyretmek istedim ama bulutlar o kadar yoğundu ki, hiçbir şey göremiyordum. Bir zaman sonra, pencerem bir buz tabakası ile kaplanmıştı. Kocam sessizce kitabını okuyordu. Tatile gidiyor olmanın heyecanını duymuyordum. Bir süreçten geçiyor ve çoktan kararlaştırılmış şeyleri yapıyordum.
Uçağın merdivenlerinden inip Güney Kutbu’na adım attığımızda kocamın bedeninin sendelediğini hissettim. Göz açıp kapayıncaya dek sürmüştü bu sendeleme, yarım saniye kadar, yüz ifadesinde bir değişiklik olmamıştı, ama ben bu olayı görebilmiştim.Buz Adamın içinde bir yerlerde gizli, şiddetlice bir şeyler sarsılmıştı. Durdu ve gökyüzüne baktı, ardından da ellerine.Derin bir soluk aldı. Sonra bana baktı ve anlamlı bir şekilde güldü. “Gelip gezmek istediğin yer burası mıydı?” dedi.
“Evet” dedim. “Burası.”
Güney Kutbu umduğumdan öte yalnız bir yerdi. Hemen hemen yaşayan kimse yoktu. Küçük, özelliği olmayan bir kasaba, kasabanın da yine tabiî ki herhangi bir özelliği olmayan küçük bir oteli vardı. Güney Kutbu turist güzargahı değildi. Bir tane bile penguen yoktu. Güney Kutbun o ünlü ışıklarını göremiyordum. Ne ağaçlar vardı, ne çiçekler, ne de bir nehir veya su birikintisi. Gittiğim heryerde buz vardı sadece. Gözümün örebildiği heryer uzadıkça uzayan bomboş bir buz tabakası idi.
Kocam ise oradan oraya sanki hiç yeterli değilmiş gibi heyecanla yürüdü durdu. Yerel dili çok çabuk öğrendi ve kasaba halkıyla hep sert bir çığ gürültüsü sesiyle konuşuyordu. Onlarla ciddi bir yüz ifadesiyle saatlerce ne hakkında olduğunu bilmediğim şeyler konuştu. Kocamın beni yüzüstü bıraktığını, kendi başımın çaresine kendim bakmam gerektiğini hissediyordum.
Orada, o kalın buzla çevrili dilsiz dünyada sonunda tüm gücümü kaybettim. Azar azar, kaybettikçe kaybettim. Sonunda, kızgın olacak gücü bile artık bulamadım kendimde. Sanki duygularımın pusulasını bir yerlerde kaybetmiştim.İçine düştüğüm yolu, zamanın akışını ve var olduğum hissini tamamen kaybetmiştim. Bunun ne zaman başladığını ne zaman bittiğini bilmiyorum fakat bilincim tekrar yerine geldiğinde sonsuz bir kışın tüm renkleri sildiği bir buz dünyasında yalnızlık içinde tek başına kapatılmıştım.
Duyumlarımın çoğunu yitirmeme rağmen bu kadarını hala biliyordum. Güney Kutbundaki kocam eski Buz Adam değildi.Beni her zamanki gibi kolluyor ve benimle kibarca konuşuyordu. Diyebilirim ki, bana söylediği her şeyi gerçekten kastederek söylüyordu. Ama şunu da biliyorum ki; o, kayak merkezinde otelde karşılaştığım Buz Adam değildi artık.
Bunu herhangi birine anlatabilmem olanaksız görünüyordu. Güney Kutbundaki herkes ondan hoşlanıyordu ama benim söylediğim tek bir sözcüğü bile anlamıyorlardı. Beyaz soluklarını üflüyorlar, şakalaşıyolar, tartışıyorlar, kendi dillerinde şarkılar söylüyorlar, bense odamızda tek başıma oturup, aylar öncesinden açmayacakmış gibi görünen kapalı gökyüzüne bakıyordum. Bizi getiren uçak gideli çok olmuştu ve kısa bir süre sonra pist kalın bir buz tabakası ile kaplanmıştı, tıpkı kalbim gibi.
“Kış geldi” dedi kocam. “Uzun bir kış olacak ve artık ne bir uçak gelir ne de bir gemi. Her şey dondu. Görünen o ki, gelecek bahara kadar burada kalmak zorunda kalacağız.”
Güney Kutbu’na gelişimizden yaklaşık üç ay sonra hamile olduğumu fark ettim.Doğuracağım çocuğun küçük bir Buz Adam olacağını biliyordum. Rahmim donmuştu, amniyotik sıvım kar suyu gibiydi. İçimdeki soğukluğunu hissedebiliyordum. Çocuğumun buz parçası gözleri ve buz kaplı parmakları olacaktı, tıpkı babası gibi. Ve ailemiz bir daha Güney Kutbu dışında bir yere asla ayak basmayacaktı. Sonsuz geçmiş, tüm akıl sır erdirişlerin ötesinde bizi kendine hapsetmişti. Bundan asla kurtulamayacaktık.
Artık içimde kalp diye bir şey nerdeyse kalmadı. Sıcaklığım çok uzaklara gitti. Bazen bir zamanlar böyle bir sıcaklığın olduğunu bile unutuyorum. Bu yerde dünyadaki herkesten daha yalnızım. Ağladığım zamanlar Buz Adam yanaklarımı öpüyor ve gözyaşlarım buza dönüşüyor. O buza dönen bu gözyaşlarını alıyor ve diline koyuyor. “Bak, seni ne kadar çok seviyorum” diyor. Gerçeği söylüyor. Fakat olmayan bir yerden içeri dolan bir rüzgar onun beyaz sözlerini geriye, geçmişin içine süpürüyor.

Çeviren: Behlül Dündar

kaynak :www.kitaponerisi.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder







Kendi masalını kendine anlatmayan hayatı anlatmasa da olur ...Tek kitabımız odur ....